İ Ç İ N D E K İ L E R

Giriş

1. KURUMSALLIK TEORİLERİ

1.1. KURUMSAL EKONOMİ

    1. Klasik Liberal Doktrin, Karşı Tepkiler ve Neoklasikler
    2. Neoklasiklere Karşı Tepkiler: Kurumcular
    1. Alman Tarihçi Okulu
    2. Alman Tarihçi Okulun Etkisi
    3. Kurumcu Yaklaşımın Doğuşu
    4. Kurumcuların Özellikleri
    5. Kurumcu Düşünce Akımı ve Dayandığı Felsefe: Pragmatizm
    6. Öncüleri

1.2. KURUMSALLIK TEORİLERİ

    1. Teorilerin Ortaya Çıkışı ve Kurumcu Ekonomiyle Bağlantısı
    2. Kurumsallık Teorisi
    1. Gelişimi ve Modern-Sonrası Yaklaşımlarla Bağlantısı
    2. MERTON’un Organizasyonları Sosyolojik Açıdan Tahlili : Kurumsallık Teorisinin Kökeni
    3. SELZNICK: Kurumsallık Yaklaşımı
    4. MEYER ve ROWAN: Yapının Sembolik Özellikleri
    1. Kurumsallığın Unsurları
    1. İsomorfizm (eş-şekillilik)
    2. Kurum ve Çevre
    3. Kurumlar ve Organizasyonlar
    1. Kurumsallık Teorisinin Bugün İçin Anlamı
  1. VEKALET YAKLAŞIMI

 

  1. KURUMSALLIK TEORİLERİ
  2. 1.1 KURUMCU EKONOMİ

     

    "Kurumcu Ekonomi" kavramını Prof. Dr. Gülten KAZGAN şu şekilde ifadelendirmektedir:

    Neoklasik Okul'un soyutlayıcı, tümdengelimci analiz yöntemine ve devlet müdahalesini, en aza indirmeye çalışan iktisat politikası tavsiyelerine karşı 20.yüzyılın başında ABD'de gelişen bir akımdır. Kurumcu İktisat düşüncesinin Thornstein Veblen'in "İktisat Niçin Evrimci Bir Bilim Değildir?" başlıklı makalesiyle başladığı kabul edilir. Aradan geçen 80 yıllık sürede, bu akımın etkisi büyük iniş-çıkış göstermiştir. En etkili olduğu dönem, Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arsındaki yıllardır. İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllarda Keynesgil İktisadın yaygın kabul bulmasını izleyerek etkisi azalmıştır. Bugün ABD'de "Evrimci İktisat Derneği" (kuruluşu 1959) çerçevesinde toplanmalarına, "İktisadın Sorunlar Dergisi" (Journal of Economics Issues) gibi bir dergileri olmasına rağmen, Kurumcuların kendi içlerinde tutarlı oldukları söylenemez. Bunun nedeni, inceledikleri konuların yaygın kabul bulan teorilerini kuramadıkları gibi, bugün de birbirleriyle kolayca bağdaştırılamayacak dört ayrı akıma bölünmüş olmalarıdır. Bunlardan "Radikal-Kurumcular" ileri sanayi kapitalizminin işleyişine Marksist bir yaklaşımla yorum getirirlerken, "Uygulama-Kurumcular" Neoklasik Mikro İktisat ile Keynesgil Makro İktisadın kurumsal temellerini incelemekte ve yeni teori kurma gereğini duymamaktadırlar. Diğer akımlara bağlı Diğer Kurumcular ise, yerleşmiş teorileri aşan yeni teoriler kurmaya çalışmaktadırlar. Bu dağınıklık dolayısıyla bir Kurumcu Okul'dan söz edilememekte; bu akım içindekiler genel olarak Kurumcular (Institutionalists) diye anılmaktadır.

    Günümüzde en tanınmış ve en etkili temsilcileri ABD'de J. K. Galbraith (1908- ), Batı Avrupa'da da İsveçli Gunnar Myrdal (1898- ) ve Fransız François Perroux' dur. Geçmişteki en önemli temsilcileri arasında T. Veblen (1857-1929) ve W. C. Mitchell (1874-1948) mutlaka anılmalıdır.

    Neoklasik iktisat anlayışının çok soyut, somut gerçeklerden kopuk ve mekanistik bir anlayışla kurduğu teorilere karşı, Kurumcular daha somut gerçekleri araştırmaya yönelmiştir. Bunların bir kısmı (örneğin, Galbraith) ileri sanayi kapitalizminin kurumlaşmasından doğan, rekabeti engelleyen oligopolcü yapısını, bir kısmı (örneğin, Mitchell) konjonktür dalgalarının istatistiki tahlillerle gerçek tablosunu, bir kısmı toplumdaki evrimin niteliğini araştırmışlardır. Ancak incelenen konu ne olursa olsun, Kurumcular, somut gerçeklerden hareket etmiş, "insan"ın önemini vurgulamış, -toplumdaki çeşitli biçimleriyle- dengesizliklerin üzerinde durmuştur. Toplumu ve ekonomiyi kendi içinde dengeyi ve optimal durumları sağlayan mekanistik kanunlara bağımlı saymadıkları için devlet müdahalesini kabul etmişler; çağımızdaki temsilcileri de yol gösterici planlamanın önemini vurgulamaktan geri kalmamışlardır.

      1. Klasik Liberal Doktrin, Karşı Tepkiler ve Neoklasikler

İngiliz Klasik doktrini uzun yüzyılların birikimidir. Bu süre içinde, birbirini izleyen, birbirini tamamlayan düşünürler, filozoflar, iktisatçılar, tarihçiler Klasik ve Liberal İngiliz okulunun kurulmasında büyük bir rol oynamışlardır. Adam Smith (1723-1823), Thomas Malthus (1766-1834), David Ricardo (1772-1823), John Stuart Mill (1806-1873) iktisat biliminde derin izler bırakmışlardır.

Klasik Okul, "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" (laissez-faire, laissez-passer) modeli çerçevesinde, kendi kendine işlediği kabul edilen bir piyasa mekanizmasının yani tam rekabet piyasasının olduğunu varsayar. Bu da piyasa mekanizmasına göre 4 ana esnekliğe ve bunlar da bütünüyle otomatik çalışan bir mekanizmaya bağlıdır:

  1. Fiyat Esnekliği (arz-talebi dengeleyen denge fiyatlarının belirlenmesini sağlar)
  2. Ücret Esnekliği (tam istihdamı sağlayan denge ücretini oluşturur)
  3. Faiz Esnekliği (yatırımla tasarrufu dengeler)
  4. Esnek Döviz Kurları (uluslararası dengeyi sağlar)

İktisat biliminin doğuşu, bazı iktisatçılara göre 18. yy.da Fizyokratlarla başlar. Fizyokrasi, Avrupa'da 15. yy.da gelişen iktisadi düşünce olan Merkantilizme karşı bir antitez olarak gelişmiştir. Tüm bu tarihsel süreçlerden sonra, sömürgeciliği başlatan İngiltere'den, iktisatçı ve filozof pek çok bilimadamı çıkmıştır. Teorilerini ise, içinde bulundukları ülkenin sanayileşmesini sağlayan sömürgeciliği ve bu esnadaki ticari faaliyetlere dayanmıştır. Smith'in "Gelişme Anlayışı", Malthus'un "Nüfus Teorisi", Ricardo'nun "Rant Teorisi" klasik düşünceye dinamik çehre kazandırdığı gibi, zamanımızda bile bazı teorileri hala geçerli kılan iktisadi gelişmeler yaşanmaktadır. Örneğin, Malthus 1798'de basılan "Nüfus İlkeleri Üzerine Bir Deneme" adlı eserinde, "Nüfus artışı, besin artışından daha fazla ve ekilebilir toprak alanları sınırlı olduğuna göre, nüfus artışı besin artışını geçecektir. Ancak; tabi engeller (açlık, afetler...) ile doğum kontrolü ve evlenme yaşının geciktirilmesi gibi durumlar gerçekleşirse, nüfus artışı besin artışının gerisinde kalır." Bu sav, 1798'in tarım toplumuna göre belki yanlıştı ancak bugün, 2100 yılında 9,5 milyara ulaşması tahmin edilen dünya nüfusu için son derece doğrudur.

Klasik doktrin, döneminde pek çok teori gelişmiş en önemlisi "iktisat bilimi" doğmuş ve yüzyıllar sonra dahi çoğu teorinin geçerliliği günümüze kadar devam etmektedir. Ancak, tarihsel dönemi içinde, birtakım yeni teoriler,n gelişebilmesi için kendinden öncekilerin eleştirilmesi, çürütülmesi da revize edilmesi gerekmiştir. Böylece klasikçilere, Himayecilik, Sosyalizm, Alman Tarihçi Okulu gibi tepkiler doğmuş ve içlerinde pek çok teori ve ideoloji geliştirmişlerdir.

Çeşitli ekonomik gelişmelerle, 1870'lerde İngiliz, Avusturyalı ve Fransız üç iktisatçı, çağdaş olarak ancak birbirlerinden habersiz şekilde, klasikçilerin tersine "değer"in psikolojik yönüne dikkat çekmişler ve marjinalizmi iktisat bilimine sokmuşlardır. Böylece neoklasikçiler (marjinalistler) yeni bir akımın başlangıcını yapışlardır.

Marjinalizm, bilimsel kanunları formüle eden klasik okula ve kanunlara varmadan sadece olaylara dayanan Tarihçi okula ve sosyalizme bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Neoklasikçilerde çok önemli olan "marjinal fayda" kavramı vardır. Marjinal Fayda teorisine göre; tüketicinin sınırlı geliri ve özel tercihleri vardır. Dolayısıyla toplam faydasını maksimum yapar.

Neoklasikler;

  1. Viyana Okulu (marjinal fayda)
  2. Lozan Okulu (genel denge)
  3. Cambridge Okulu (kısmi denge)

şeklinde özetlenebilecek 3 okul etrafında toplanırlar.

Klasikçiler zamanı, hem statik hem dinamik alırlarken, neoklasikçiler bir anlık durumları dikkate almışlardır. Klasikçiler genel olarak bir ürünün değerini, maliyet fiyatları daha doğrusu harcana emek gibi belirli faktörlerle açıklarlarken, neoklasikçiler, subjektif faktörlere veya talebe önem vermişlerdir. Böylece değeri belirleyen faktörler de değişmiştir. Sonuç olarak, klasikçilerin üzerinde durdukları, objektif faktörler ve üretim mekanizmasıyla artık ekonomik olayların açıklanamayacağı anlaşılmıştır. Neoklasikçiler de objektif faktörler yanında, subjektif faktörlere yer vermişlerdir.

      1. Neoklasikçilere Karşı Tepkiler: Kurumcular
      2. Kurumcu Okul, neoklasiklere tepki olarak ortaya çıkmıştır. Okul taraftarlarına göre bütün realiteyi, meydana geldiği sosyal çevreyi dikkate almadan pür (saf) kişisel ilişkilerle açıklamaya çalışmak pek mümkün görülmemektedir. Hele marjinalist teoriler, psikolojik faktörleri çevrenin etkisinden uzak tutarsa bir düşünce ve izahatı mümkün olamaz. Bu bakımdan, bir toplumun oluşmasında rol oynayan çevre koşullarını iyi tanımak ve onun üzerinde durmak gerekmektedir. Kurumcu okul, Alman Tarihçi okulun etkisiyle Birleşik Devletlerde gelişme kaydetmiştir.

        1. Alman Tarihçi Okul

Bu okul 1843'lerden başlayıp, 1880'lere kadar uzanan 4 dönemde incelenir. Çok kısaca Alman Tarihçi Okul'un benimsediği düşünceler şu şekilde sıralanabilinir:

        1. Alman Tarihçi Okulun Etkisi

Tarihçi Okul ile kurumcular arasındaki bazı farklılıklar şöyle sıralanabilinir:

  1. Alman Tarihçi Okulu, Klasikleri ve 19. yy.da Neoklasikleri eleştirmişlerdir. Oysa Kurumcular veya Amerikan Kurumcuları, 20.yy.ın başlarında neoklasiklere karşı cephe almışlardır.
  2. Alman Tarihçileri bir okul kurdukları halde, Amerikan Kurumcuları gerçek anlamda bir okul kurmuş değillerdir.
  3. Amerikalı Kurumcular da Klasiklerin soyut yöntemlerini, hatta Tarihçi Okulun gelişme kanunlarını yetersiz görmüşlerdir.

Benzer nokta ise, her ikisinin de müdahaleci görüşlere sahip olmalarıdır. Gerçekten Amerikan Kurumcu okulunun, 1929 krizinden sonra uygulanan New Deal* politikası üzerinde önemli etkisi olmuştur.

Sonuçta, nasıl Alman Tarihçi Okulu 19.yüzyılda Klasiklere, sonra da Neoklasiklere karşı çıktıysa, "Kurumcular" da 20.yüzyılın başından itibaren Neoklasiklere karşı çıktılar. Bu gruptan ilk düşünürler, büyük ölçüde, Tarihçi okulun etkisinde kalmıştır:

İktisadi kurumların incelenmesine büyük önem verip, hiçbir zaman, iktisadin düzenin işleyiş teorisini kurmadılar. Bir düşünce akımı niteliğiyle en etkili, 1929 Büyük Dünya bunalımını izleyen dönemde oldular. Etkilerinin, 1970'li yılların sonuna kadar Keynesgil teori, bunu izleyerek de Monetaristler karşısında azalmasına başlıca iki neden gösterilebilir: Birincisi, inceledikleri konuların yaygın kabul bulan teorilerini kuramamalarıdır; ikincisi, kendi içlerinde bağdaştırılması zor dört ayrı akıma bölünmüş olmalarıdır.

 

 

 

 

        1. Kurumcu Yaklaşım Nasıl Doğmuştur?

Yaklaşımın doğuş sebepleri şöyledir.

Dolayısıyla bu sebeplerden ötürü iktisatçılar bu dönemde, mevcut iktisat teorilerine olan güvenlerini kaybetmişler, Klasik ve Neoklasik teorilerin varsayımlarını eleştirmeye başlamışlardır. Dikkatlerine fakirlik, toplumdaki gelir dengesizliği, durgunluk ve büyük toplum kurumlarındaki büyük israfa çevirmişlerdir. Onlara göre tek çözüm, "toplumsal kontrol" ve "reform"dur. Bunu da "devlet" yapmalıdır.

        1. Kurumcuların Özellikleri

Amerikan Kurumcuların belli başlı özellikleri şu şekilde sıralanabilir:

        1. Kurumcu Düşünce Akımı ve Dayandığı Felsefe : PRAGMATİZM
        2. Kurumcu düşünce akımı, ABD'nin felsefeye yaptığı özgün katkı olan "pragmatizm"den kaynaklanır. Felsefi kaynağı ve vardığı sonuçlar Tarihçi Okuldan farklı olsa da, her iki akım da, liberal öğretinin yöntemini eleştirmiştir.

          Pragmatizm ; John Stuart Mill'in utilitianizm (faydacılık) felsefesine dayanarak William James tarafından öne sürülmüştür. Faydalı olmayan bir şeyin doğru olamayacağını iddia etmektedir. Bu suretle doğru kavramının kıstası faydalı olmaktır. İşadamları ve politikacılar arasında bu görüşe taraftar olanlar çoktur. Sorunlara pragmatik çözümler getirmek sık sık kullanılan bir ifadedir.

          Kurumcular, Pragmatik felsefeye uygun bir yöntemle, "deneme"yi esas kabul eder, gelenekleri, davranışları, kurumları inceler. Nasıl Tarihçi Okul araştırmalarıyla iktisat kanunlarının evrensel olmadığını ortaya koymaya çalıştıysa, bunlar da gelenekler, davranışlar ve kurumların incelenmesinde benzer bir amaç gütmüştür. Bu incelemeleri, Veblen'de olduğu gibi, yerleşmiş toplum kurumlarının acı bir eleştirisine yol açmıştır. Aynı şekilde, nasıl Alman Tarihçi Okulun yöntemi, devlet müdahalesini kabule yönelttiyse, Kurumcular da "mutlak" iktisat kanunlarının varlığını reddedince, devlet müdahaleciliğini ve birçoğu yol gösterici planlamayı kabul eder. Gerçekten, Kurumcular da tıpkı onlar gibi (ABD'de) toplumsal kanunların çıkarılmasında büyük ölçüde etkili olmuştur. Fakat bu akım, 1940-50'lerde önemini kaybetmiştir. Günümüzde ise birkaç önemli isimle yaşamaktadır.

        3. Öncüleri

Amerika'dan Veblen, Mitchell, Galbraith, Commons, İsveç'den Myrdal ve Fransa'dan Perroux'dur.

 

Yöntem Eleştirisinden Kapitalizm Yergisine: T. VEBLEN

Veblen, ABD toplumunun ve ekonomisinin en çalkantılı döneminde yaşamıştır. Hem neoklasik teoriyi, hem de Marx'ı andırırcasına kapitalizmin ve kurumlarının eleştirisini yapmıştır. İktisat teorisinin insanları, zevk-zahmet hesabı yapan yaratıklar saymasını gerçekdışı buluyordu.

Norveç'den ABD'ye göç etmiş çiftçi ailenin oğlu olan Veblen, gençlik yıllarında Amerikan halkının hem diline hem de yaşam biçimine uyum gösterememiş ve biraz da savunma güdüsüyle çevresine alaycı bir bakış açısı geliştirmiştir.

Veblen iktisadın konusunun kurumsal yapınının gelişmesini incelemek olarak belirtmiştir. Kurumu, düşünce alışkanlıkları olarak tanımlayan Veblen, toplumdaki gelişimin ancak gelişimci bir yaklaşımla açıklanabileceğini söylemiştir.

Liberal öğretiyi ve kapitalizmi yermiş, Marx'ı takdir etmesine rağmen, Veblen Marx'ın sistemini eleştirmiş, bununla da bağdaşamamıştır. Toplumun parçalı evriminin, değişiminin, gerekli ve mümkün olduğunu kabul etmiş, kapitalist sistemin yıkılacağı görüşünü paylaşmamıştır. Marx'dan farklı olarak, yeni davranış tarzları için gerekli gördüğü dayanışmayı, aydınlarda ve teknisyenlerde aramıştır.

İstatistiğin Kurumcu Düşünce Tarzına Uygulanması: MİTCHELL

Veblen'in öğrencisi olarak, hocasının Kurumcu düşüncesinin istatistiki uygulamasını gerçekleştirmiştir. Konjonktürel dalgalanmaları üzerine çalışmaları kendisini, iktisadi planlama gereğine yani devlet müdahaleciğine götürmüştür. Ayrıca iktisadın ahlaki yönüne dikkat çekmiştir. 1920'lerde devrimci sayılabilecek bir davranışla işsizlik sigortasını önermiştir. Sonuçta ekonomik koşulların kendine özgü koşulları olduğunu öne sürmüş, toplumun kurumlarının devamlı değişme içinde olacağını ve genç kuşak iktisatçıların öğrendikleri konjonktür teorilerini yeni baştan oluşturma gereğini duyacaklarını belirmiştir.

Şekil 1’de, İktisat Teorileri ve Kurumsal Ekonominin Yeri görülmektedir.

1.2. KURUMSALLIK TEORİLERİ

 

1.2.1. Teorilerin Ortaya Çıkışı ve Kurumcu Ekonomiyle Bağlantısı

Kurumsallık Teorisi'nin alametleri, Hukuk ve Sosyoloji Profesörü Philip Selznick'in 1948'de geliştirdiği "doğal sistem modeli" ile görülür. Modeline göre; "organizasyonlar için en önemli olan şeyin araçlar olarak görülmesine rağmen, aslında hayatta kalmalarıdır" Onun bu görüşleri, 30 yıl sonra adına "Kurumsallık Teorileri" denilecek teorilerle, organizasyonların analizinde kullanılacaktır.

Teorilerinin temelleri Selznick'e dayanmasına rağmen aslında "Kurumsallık" başlığıyla kabul görmesi, Meyer ve Rowan adlı ilk araştırmanın 1977'de başka "Bir mit ve merasim olarak formal yapı" başlıklı makaleleriyle olmuştur. Kaynaklarda "Teorisi" olarak anılsa da, akademik alanda, "Teorileri" olarak geçer. Bunun nedeni, sadece bir teoride odaklanmamakta, pek çok ve çeşitli görüşleri içeren yaklaşımlardan meydana gelmesidir.

Bu tarihten sonra, 1980'li ve 1990'lı yıllar boyunca teorilere pek çok teori, yaklaşım ve düşünce eklenmiştir. 1980'nin ilk yarısında ise, DiMaggio ve Powell tarafından "Yeni-Kurumsallık Yaklaşımı" olarak popülerlik kazanmıştır. Ancak tüm yaklaşımların kesiştiği düşünceler; gözardı edilemeyen çevre faktörü, örgütlerin çevrelerindeki/sektörlerindeki diğer örgütlere benzemek zorunda olmaları ya da benzer olmaya zorlanmaları, örgütleri bir zincirin halkaları saymaları, yöneticilerin örgütü kurumsal çevreye benzetmeleri kaygılarının sonucu Örgütsel Davranış ve konusu olan -örgüt içindeki- insan ilişkilerinin ihmal edilmesidir. Ayrıca tüm bu yaklaşımların temeli ve araştırma yöntemi ise sosyolojiktir.

Kurumsallık Teorileri (KT) ile 1900'lerde Almancı Tarihçi Okul'dan etkilenerek ortaya çıkmış olan Kurumcu Ekonomi (KE) arasında nasıl bir bağlantı vardır?

Tarihsel sürecine bakıldığında, Kurumcu İktisat düşüncesinin, 1900'ün başında Amerika'da, yine bir makaleyle, Veblen'in "İktisat Niçin Evrimci Bir Bilim Değildir?" makalesiyle başladığı varsayılır. KE'nin eleştirileri, iktisadi sistem ve toplumdaki dengesizlikler üzerinde yoğunlaştırmışlar ancak asla bir iktisadi işleyiş teorisi kurmamışlardır. Klasik ve Neoklasik İktisadın bariz bir şekilde ihmal ettiği "insan" faktörü, KE'nin odak noktası olmuş ve bu sorunların çözümü için devlet müdahalesini kabul etmişlerdir. Kurumcular, ekonomik olayları doğup geliştiği çevrede incelemişler, tüm iktisadi faaliyetleri kurum bünyesinde ve etkisinde ele almışlar, kısaca ekonomik kurumları araştırmışlardır. İki dünya savaşı (1918-1945) arasındaki dönemde etkili olan KE, 1970'li yıllarda ise aralarında bağdaşamayan akımlar ve teorilerin fazla kabul görmemesi nedenlerden ötürü gözden düşmüşlerdir. Bugün ancak Yeni Kurumcu İktisatçılar, tarihsel KE'nin devamı niteliğindedir. Yeni Kurumcu İktisatçılar, işlem maliyetleri konusunda çalışmaktadırlar.

Peki, 1970 sonunda, "Kurumsallık Teoriler"nin ortaya çıkışı tesadüf müdür? Bu ekoldeki çoğu araştırmacı ve teorisyen, sosyoloji kökenlidir. Aslında, hem KE'deki iktisatçılar ve KT'deki sosyologlar dikkatlerini, çok genel olarak; kurumlara, onların sistem içindeki işleyişlerine, içinde bulundukları çevreyle (ilginç olarak iktisatçılar "çevre" olarak sosyal çevreyi; sosyologlar ise teknolojik, kurumsal ve örgütsel çevreyi dikkate almışlardır) etkileşimlerine dikkat çekmişlerdir.

İktisatçıların ve sosyologların "kurumsallık" yaklaşımlarının birbirlerinden çok farklı olması, en ufak noktalarda bile fikir ayrılığına düşmeleri sonucu, bölünmeler yaşanmış; KE asla "okul" * olamamış, KT ise aslında çoğunlukla "yaklaşım" olarak kalmıştır.

Sonuç olarak, tarihsel ve ekonomik şartlardan dolayı "kurumsallık" kavramına ilk dikkatler 1900'ün başlarında Amerikalı iktisatçılar tarafından çekilmiş, araştırmaları sistemdeki kurumlara ve yansımaları olan ekonomi düzene yönelik olmuştur. Sorunlara sosyolojik çözümler getirmeye çalışmışlardır. Buradan açılan yolla, özellikle organizasyon teorilerindeki sistem yaklaşımıyla gündeme gelen "çevre" faktörü, bu faktörün organizasyonlar üzerindeki etkisi ve sürekli değişim karşısında organizasyonların uyum süreçleri bağlamında 1970'lerde "Kurumsallık Teorileri" ortaya çıkmıştır. Ancak bu teoriler, temellerini Kurumcu Ekonomiden aldığı yüksek bir olasılıktır.

Şekil 2'de ikisi arasındaki bağlantılar incelenmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

1.2.2. Kurumsallık Teorisi

1.2.2.1. Gelişimi ve Modern*-sonrası Yaklaşımlarla Bağlantısı

Kurumsal Teori, 1970'ler boyunca hızlı gelişim göstermiş ve bugüne ulaşmıştır. Selznick'in önceki çalışmaları benzerlik göstermekle birlikte, kurumsal teorinin bugünkü temsilcileri direkt olarak, bilgi sosyolojisi alanından kaynaklanan çalışmalarla ilgilidir.

Felsefik arkaplan, Diltheyve Husser ve Schutz gibi Alman idealistler altında temellenirken, en yaygın çalışmalar da sosyolog Peter Berger tarafından yapılmıştır. Çalışmalarında, sosyal realitenin, sosyal etkileşimden oluşan insan yapısı olduğuna dikkat çekmiştir. İşte hareketlerde gerçekleşen bu süreç, kurumsallık olarak tanımlanan kişilik ve diğeri tarafından aynı anlamı verir ve tekrarlanır. Aslında bu görüşler, mikro veya sosyal psikolojini araştırma konularıdır.

Aha makro seviyede ise Berger ve meslektaşları "bürokrasi anlayışının, çok genel olarak, önceden tahmin edilebilirlik, düzenlilik ve biçimsel ilişkilerin bir portresi olduğunu tartışmışlardır. Zucker, "organizasyonlar, modern toplumlarda, üstün kurumsal biçimlerdir" görüşüyle, kendinden öncekilerin görüşlerini desteklemiş ve bu görüşü daha detaylandırmıştır.

1969'da Kohn bir çalışmasında da, "kurumsal etkilerin biçimsel organizasyonlardan yayıldığı" tartışmasını başlatmıştır. Ayrıca Kohn, kurumsallaşmanın 3 ana özelliğine dikkat çeker: Biçimsel Organizasyon, Yönetim ve Kültür.

Örgüt analizinde, kurumsal uygulamaların en etki yaratanı, bir kurumsallaşma kompleksi modern toplumlardaki kuralları ve modelleri inceleyen Meyer ve Rowan'kileridir. Onlara göre, sosyal realiteler, biçimsel organizasyonların detaylı bir şekilde meydana gelmesini için gerekli iskeleti sağlar. Modern toplumlarda, bu kurumlar, muhtemelen rasyonel mitlerden* oluşur. Bunlar birer mittir çünkü, objektif olarak test edilemeyen inanışlardır. Rasyoneldir çünkü, amacı başarmak için gerekli kuralları ve prosedürleri içerir.

Kurumsallık Teorisine 1980'li yıllardaki katkıyı ise, DiMaggio ve Powell yaparak, "Yeni-Kurumsallık Yaklaşımı"nı getirmişlerdir. Bu yaklaşım, yasal düzenlemeler, meslek kuruluşları ve kurumsal çevreyi oluşturan diğer kurumların normsal baskılarını nasıl örgüt yapıları, stratejileri, faaliyetleri ve hatta günlük işleri yürütme biçimleri birbirine benzer örgütleri ortaya çıkardığını açıklamaya çalışır. Ayrıca Dimaggio ve Powell, çevreye uyumun örgütler için önemli sonuçlar doğurduğunu da ifade etmişlerdir.

1990'lara yaklaşırken ise Zucker, kurumların çevreye uyumları sonucunda pozitif imaj kazanacaklarını, böylece yaşamaları için ihtiyaç duydukları kaynaklara daha kolay erişebileceklerini, böylece örgüt olarak birbirlerine benzeyeceklerini ama bu benzerlik sürecinin, verimlilikten bağımsız olarak gelişemeyeceğini iddia etmiştir.

Kurumsallık Teorisinin kısaca gelişimini böyle açıkladıktan sonra, Modern-sonrası yaklaşım içindeki yerini açıklamak gerekir.

Yeni yönetim kavram ve tekniklerinde ifadesini bulan yönetim anlayışının 1950'lerden sonra ortaya çıkan büyük bir yenilik olduğu söylenmektedir. Özellikle uygulama alanında durum böyledir. Ancak teori alanında, bu yeni kavram ve tekniklerin bir kısmının, daha önce incelenen çeşitli yönetim ve organizasyon teori ve yaklaşımlarının bir uzantısı uygulaması veya değişik yorumu olduğu da görülmektedir. Özellikle son zamanlarda tüm dikkatler, Organizasyonların formal yapıları ile organizasyon yapısı içindeki davranışlar ve ilişkilere çevrilmiştir.

Tüm bu değişimler karşısında, organizasyonlar canlı organizmalar gibi, çevreye uyum sağlamaya çalışmışlardır. Böylesine karmaşık ve değişken şartlarda, kurulan teorilerin birbirleriyle ilişkilendirilmelerinin ve aralarında benzerlik kurulabilmesinin çok güç olduğu kanaatindeyiz. Bu yüzden de "Modern-sonrası Teoriler" yerine, "Modern-sonrası Yaklaşımlar" olarak adlandırılmaktadır.

Şekil 3'de Yönetim ve Organizasyon Teorilerinde, Kurumsallık Teorilerinin yeri görünüyor.

Şekil 4'de, kurumsallaşma sürecinin unsurları görülmektedir.

Şekil 5'da ise, kurumsallaşma aşamaları ve karşılaştırmalı boyutları görülmektedir.

1.2.2.2. MERTON'un Organizasyonları Sosyolojik Açıdan Tahlili:

Kurumsallık Teorisinin Kökenleri

Sosyolojide organizasyon çalışmaları, nispeten kısa bir geçmişe sahiptir. Robert Merton ve öğrencileri ilk kez bu konudaki çalışmalarını 1940'ların başında yapmışlardır. Bu çalışmalara eleştiri olarak diğer Amerikan sosyologlardan gelmiş ve Merton'un savunduğu gibi, organizasyonları kendine özgü sosyal olgular olarak görememişlerdir. (Oysa ki, 1920'lerde organizasyonları fonksiyonel analizle inceleyen sosyologların çalışma konusunu organizasyonlar oluşturmuştu)

Endüstriyel düzenle ilgili ilk analiz, Weber (1946) tarafından "formal organizasyon" başlığıyla yapılmış; organizasyonların modern toplum sürecinde "bağımsız sosyal aktörler" olarak tanımlanmasını ise ilk kez Merton ve meslekdaşları yapmışlardır. Zucker ve DiMaggio ise; yeni kurumsal yapının potansiyel yaratıcıları olarak örgütsel ve bireysel aktörlere dikkat çekmişlerdir.

Merton çalışmalarında organizasyonlar için deneysel testler ve fonksiyonel mantık üzerinde durmuş ve fikirlerini "Fonksiyon Teorisi" nde toplamıştır. Buna göre, fonksiyonel yaklaşımla incelendiğinde organizasyonlar iki özellik gösterirler:

  1. Organizasyon yapısı içinde, birbirinden farklı öğeler vardır.
  2. Yapısal düzenlemelerin, fonksiyonel olmayan sonuçları arasında dengenin kurulması gerekir.

İşte bu iki özelliğin gerçekleşebilmesi de iki varsayıma dayanır:

  1. Sistemin yapısal unsurları, bütünün parçalarıyla ilişkili olabilecek şekilde, bütünleşmiş olmalıdır.
  2. Sosyal sistem fonksiyonlarına faydası olacak yapılar vardır. Ancak yine de sistem hayatta kalamayabilir.

Sonuçta; Merton'a göre değişim, yapısal düzenlemelerle sağlanan fonksiyonel yardımlarla olur. Ancak bazen, yapısal düzenlemeler, fonksiyonel ve fonksiyonel olmayan sonuçları doğurabilir.

1.2.2.3. SELZNICK: Kurumsallık Yaklaşımı

Philip Selznick, California Üniversitesi'nden emekli Sosyoloji ve Hukuk Profesörüdür. Doktorasını sosyoloji üzerine yapmıştır. 1943'den 1992'ye kadar uzanan akademik hayatındaki pek çok eserinde, organizasyonlara sosyolojik perspektiften bakmıştır. Özellikle, bürokrasi ve kurumlar üzerine önemli eserler vermiştir.

Selznick, master ve doktorasını Merton'un öğrencisi olarak yapmıştır. Merton, organizasyonların amprik testlerle, sosyal teorinin fonksiyonel mantığın gelişmesiyle ortaya çıktığını öne sürmüştür. Selznick, Merton'un dışında, Michels ve Barnard gibi entelektüellerin arasında kalarak etkilenmiş ve sonra kendi 1949'da "doğal sistem modeli" ni geliştirmiştir. Bu model, biraz farklılaşmış olarak günümüzde Kurumsal Teori olarak adlandırılan ve organizasyonların analizinde kullanılır hale gelmiştir. Bu modele göre organizasyonlara mikrokozmoslardaki topluluklar olarak bakılır. Çevreyle etkileşim gözönüne alındığından, bu model için sosyal değişim dinamikleri çok önemlidir.

Selznick'in modeline göre;

Sonuç olarak; Selznick'in modeliyle ile Weberian anlamda organizasyon yapısı arasında yakınlık kurulabilinir. Bürokrasi yaklaşımı, Weber'den sonra, Robert Merton, Selznick, Peter Blou, Alvin Gouldner gibi yazarlar tarafından ayrıntılı olarak incelenmiş ve daha da geliştirilmiştir. Ancak en göze çarpan yan, Selznick'de amprik eğilimler varken, Weberinki sosyolojik eğilimlidir.

1.2.2.4. MEYER & ROWAN: Yapının Sembolik Özellikleri

Örgütsel kuramın bağımsız bir disiplin olarak ortaya çıkmasıyla gündem bulmasına rağmen Kurumsallık Teorileri Meyer ve Rowan adlı iki araştırmacının yazısıyla ancak yaygın kabul görmeye başlamıştır. Kurumsallık Teorileri; çoğul "teoriler" ifadesinden de anlaşılacağı üzere sadece bir teori olmaktan ziyade çeşitli görüşleri içeren pek çok teoriden oluşan bir yaklaşımdır. Meyer ve Rowan 1977'de American Journal of Sociology'de basılan "Kurumsallaşmış Organizasyonlar: Bir mit ve merasim olarak biçimsel yapı" başlıklı makaleleriyle ilk kez net olarak "Kurumsallık Teorileri"nden bahsedilmiştir. Burada biçimselliği, yapının sembolik aksesuarları olarak algılamışlardır.

Meyer ve Rowan bu makalelerinde; organizasyon yapısından kaynaklanan karar alma şekilleri ve biçimsel yapıyla ilgili geleneksel düşüncelerden ayrılarak, daha radikal analizler yapmışlardır. Analizlerin temel noktası, biçimsel yapının organizasyon faaliyetlerinin meydana getiren sembolik aksesuarlara sahip olduğudur. Bu aksesuarlara, organizasyonun misyonu, yapısal düzenlemeler, üst-düzey çalışanlar gösterilebilir. Meyer ve Rowan'ın katkısı; sembolik maksatlar için kullanılan biçimsel yapının, sistematik olarak geliştirilmesi yönünde olmuştur.

Biçimsel Yapı teorisinin Baskınlığı: Biçimsel yapı, organizasyondaki binalar, departmanlar, pozisyonlar ve faaliyet programları için plan hazırlar. Bu plan, organizasyon amaç ve politikalarıyla bağlantılıdır. Modern bürokratik organizasyonunu özü, rasyonelleşmiş ve bu yapısal unsurların ve bağlantılı amaçların şahsi olmayan karakterinde yatar.

 

 

Bugün için, biçimsel yapı için görülen problem şöyledir:

Biçimsel Yapının Kurumsal Kaynakları: Toplumdaki kurumsal yapıların gelişmesi, mantıken biçimsel organizasyonları daha yaygın ve ayrıntılı yapar. Kurumlar, biçimsel organizasyonların kolayca yaratıldığı mitlerdir. Toplum nazarında, kurumsallığın bir işareti olan binalar bazen gereksiz gelir. Oysaki bu binalar, kurallara uygunluğu, rasyonelliği, yeterliliği ve gerekliliği içerir. Bu yüzden bu mit, akla uygun, kurumsal unsurlar içine bu unsurları kurar.

Aşağıdaki şekil, biçimsel organizasyon yapısının karmaşıklığını ve kuramsal kaynaklarını göstermektedir.

Rasyonel Kurumsal

Unsurların Baskınlığı

 

Toplumsal Modernleşme Biçimsel Organizasyonlar Yapılarının

Varlığı ve Karmaşıklığı

 

Sosyal Organizasyonun

Karmaşıklığı ve Değişimi

Sonuç olarak; Meyer ve Rowan'a göre;

 

 

 

1.2.3. Kurumsallığın Unsurları

1.2.3.1. İsomorfizm (eş-şekillilik)

Organizasyonlar, birbirlerinin stratejilerini, yapılarını, kültürlerini kopya edebilir hatta belli davranışları kendilerine adapte etmeye çalışırlar. Böyle yaparak, hayatta ve faaliyetlerinde kalma şanslarının artacağına inanırlar. Sonuç olarak da örgütsel isomorfizm artar. Örgütsel isomorfizm, bir sistemdeki organizasyonlar arasındaki benzerliktir. Kurumların İsomorfizme iten 2 neden vardır: Rekabetçil ve kurumsal baskılar. Bu baskılar neticesinde, örgütler zaman içerisinde üç mekanizmayla benzerliğe iter ve ortaya isomorfizm çıkar.

  1. Zorlayıcı İsomorfizm: Organizasyonlar, diğer organizasyonlar ve toplum geneli tarafından kullanılan baskılar neticesinde belli normları benimsediklerinde ortaya çıkar. Burada organizasyonun kendi tercihi dışında, zorlamayla uymasının beklenmesinden dolayı "zorlayıcı isomorfizm" denmektedir. Diğerinin yükselmesine bir organizasyonun bağımlılığı gibi, böyle birbirine bağlı organizasyonlar muhtemelen gittikçe artarak en güçlü olanına benzeyeceklerdir. Zorlayıcı isomorfizm, organizasyonların kanunlar tarafından zorlanmasından ötürü, ayrımcı olmayan, eşit istihdam ilkesine uyulmasını da sağlar. Kısaca zorlayıcı neden, devlet başta olmak üzere örgütlerin birbirine benzer olmaya iten herhangi dışsal baskıdır.
  2. Yasal İsomorfizm: Organizasyonlar, birbirlerinin meşruluğunu kasıtlı olarak taklit ettiklerinde ve kopyaladıklarında, ortaya yasal isomorfizm çıkar. Özellikle yeni organizasyonlar, belirsiz çevrede, hayatta kalabilmelerini sağlayacak teknoloji, kültür, strateji ve yapıları bulmaya çalışırken, başarılı organizasyonların süreçlerini ve yapılarını muhtemelen taklit ederler. Yasal isomorfizmden dolayı, özellikle fast-food restaurantlarında görüldüğü gibi, benzer organizasyonlar topluluğu ortaya çıkar.
  3. Normsal İsomorfizm: Organizasyonlar çevredeki diğer organizasyonların, değer ve normlarını dolaylı olarak benimsemeleri sonucunda, birbirlerine benzer organizasyonlarında isomorfizm, normsaldır. Organizasyonlar, çeşitli yollardan normları ve değerleri kazanırlar.

İsomorfizmin Dezavantajları: İsomorfizm, yeni ve büyüyen organizasyonların, istikrarlı ve meşru olmaları yolundaki gelişimlerine yardım ederken, bazı dezavantajlara sahiptir. Organizasyonlar, örgütsel etkinliklerine yol gösterecek uzun olmayan yollar ararlarken, günün şartlarını karşılamayan davranış yollarını öğrenebilirler. Taklit bakısı, çevredeki yenilik ve değişiklik eğilimini azaltabilir.

 

1.2.3.2. Kurum ve Çevre

 

Çevreyi organizasyonun sınırları dışında kalan her şey olarak tanımlamak mümkündür. Bu sınırın dışında kalan her türlü fiziksel ve sosyal faktör dış çevreyi oluşturan birer unsurdur. Bu sınırların dışında demografik yapı, ekonomik koşullar, siyasal koşullar ve teknolojik koşullar gelmektedir.

Çevresel belirsizlikler, örgüt yapısı arasında önemli ilişki vardır. Bu konudaki çalışmaları Burns ve Lawrence tarafından yapılmıştır. Buna göre "organizasyonlar, çevrelerindeki belirsizlik derecesini yapılarına yansıtırlar ve ona göre adapte olurlar" Mekanik yapıdaki organizasyonlar, en iyi istikrarlı çevrede başarılı olma eğilimindeyken, organik yapıdaki organizasyonlar, dengesiz ve değişken çevrede başarı gösterme eğilimindedirler.

Şekil 6'da çevrenin belirsizlik durumu görünüyor.

Örgütsel çevre, iki çevre arasında çizilir: Teknik ve Kurumsal Çevre

Teknik Çevre: İş faaliyetlerinin ve etkin performansın ödüllendirildiği piyasaya mal ve hizmet üreten organizasyonlardır. Etkin teknik işlerin koordine edildiği, rasyonel yapıların gelişimine bakıldığı çevrelerdir. Buna en iyi örnek, klasik ekonominin kalbi, rekabet piyasasıdır. Pek çok imalat ve hizmet veren organizasyonlar, bu teknik çevrede faaliyet gösterirler.

Kurumsal Çevre: Bu çevre, teknik çevreye tamamen tezattır. Kurumsal çevredeki organizasyonlar, toplumdaki çoğunluğun çıkarları için oluşturulan yapıları ve süreçleri ödüllendirir. Ödüllendirme, çıktılardaki kalite ve miktar değildir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

2.VEKALET TEORİSİ

2.1. VEKALET TEORİSİNİN TANIMI

Vekalet teorisi esas itibari ile iktisatçıların yardımlaşma durumunda olan tarafların motivasyonları, birbirlerini kontrol etmeleri ve aralarındaki bilgi akışı konularını incelemesi ile gelişmeye başlamış bir yaklaşımdır.

Vekalet; bir kişi ya da grup adına harekette bulunan kişiye vekil (agent), vekilin temsil ettiği kişi ya da gruba vekalet veren veya asil (principal) denilmektedir. Vekalet veren ile vekil arasındaki ilişki ise vekalet ilişkisi olarak adlandırılmaktadır. Vekalet ilşkisi; halka açık anonim ortaklıklarda ortaklar (hissedarlar) ile yöneticiler arasında çok sıkı bir şekilde görülür. Şahıs ortaklıkları ve dışa kapalı aile işletmelerinde temsil ilişkisinden söz edilemez. Çünkü işletmenin sahibi ve yöneticisi aynı kişidir.

Vekalet veren belirli sonuçlara ulaşabilmek için vekilin yardımına gereksinim duyar. Vekalet ilişkisinde vekile, vekalet veren adına eylemde bulunma yetki ve sorumluluğu verilir.

2.2. MODERN-SONRASI YÖNETİM YAKLAŞIMLARINDA VEKALET TEORİSİNİN YERİ

Organizasyonel ekonomi, gerçekte bazı teorilerden oluşmaktadır. Bunlardan iki tanesi vekalet teorisi ve işlem maliyet ekonomisidir. Bu iki teori perspektif olarak aynı olmasa da organizasyona ve yönetime bakış açılarında benzerlikler görülmektedir. Vekalet yaklaşımı, amaçları ve çıkarları farklı iki kişinin (tarafın) birbirleri ile yardımlaşmak durumunda ortaya çıkan sorunları inceleyen bir yaklaşımdır. Örgütsel iktisat literatüründe vekalet teorisi, amaçların uyuşmadığı durumlarda organizasyonlar açısından bu uyuşmazlığın sebeplerini ve sonuçlarını anlamaya çalışır. İnsanların bencil ve fırsatçı oldukları düşüncesi vekalet teorisinin dayandığı temel varsayımlardır.

Vekalet teorisi, gelişimi içerisinde yöneticiler ve yatırımcılar arasındaki ilişkileri araştırmaya odaklanmıştır. Ayrıca yönetim kurulunun oynadığı rolü ve tepe yönetiminin rolünü de ele alarak çağdaş yönetim düşüncesini analiz etmiştir.

Günümüze doğru gelindiği zamanlarda ise vekalet teorisi, aynı firma içersindeki pek çok hisse sahibi ile firma yöneticileri, işçiler ve müşteriler, işçiler ve değişik hisse sahibi grupları arasındaki ilişkileri incelemiştir.

Vekalet ilişkileri, ortaklardan birinin yapılan iş içerisinde otoritesini bir başkasına (vekil) devretmesi ile ortaya çıkar ve yöneticinin (vekalet veren) refahı, vekilin seçiminde büyük bir etkiye sahiptir. Bunun en açık örneği; firmaya dışardan yatırım yapanlarla, firmanın yöneticileri arasındaki ilişkidir. Yatırımcılar yönetme otoritesini, firmada eşit düzeyde ortaklığı bulunan ya da bulunmayan yöneticilere devrederler.

2.3. VEKALET MALİYETLERİ

Genellikle vekalet verenler (sermayedarlar) ile vekiller (yöneticiler ve çalışanlar) ürün ve/veya hizmet üretmek için anlaşmalar yaparlar. İnsanların ve bazı işlerin belirsizliğinden ötürü yöneticiler ve diğer çalışanlar işletme sahiplerinin zenginliğini arttıracak çalışmalar dışında başka işlerle ilgilenirler. Bu faaliyetler de yönetici ve özel amaçları ile hedeflerine ulaşma çabasıdır. Yapılan bu eylemlerde vekalet maliyeti meydana getirirler. Vekillerin işlerini gerktiği gibi yapmalarını sağlamak için gereken şey görevlerin ve zorunlulukların belirlendiği anlaşmalardır. Bu anlaşmalar açık bir şekilde yazılmalı ve açıklanmalıdır. Tabi bu faaliyetlerin gerçekleştirilmeside zaman ve kaynak gerektirmektedir. İşletme sahiplerinin anlaşma yapmalarının nedeni yatırımlarını garanti altına almaktır.

2.3.1. Vekalet Yaklaşımında Ortaya Çıkan Problemler

Eisenhardt’a göre; karar verme yetkisinin (otoritesinin) devredilmesi bazı problemler doğurur:

Yönetici kazancını korumak için, vekilin kötü davranma olasılığını azaltmak için girişimde bulunmalıdır. Bu girişimlerde maliyet esastır ve bu maliyete “vekalet maliyeti” denir. Toplam vekalet maliyeti, vekilin yaptığı resmi harcamaların ve yöneticinin fazla kayıplarının, yönetici tarafından izlenmesidir.

Yöneticiler vekalet maliyetlerini minimize etmek için yoğun bir çaba harcayacaklardır. Bununla birlikte vekiller de bu maliyetleri en aza indirmek için uğraşırlar. Ne zaman vekalet maliyetlerinde gözle görünür bir şekilde tasarruf gerçekleşirse, buradan kaynaklanan kazançlar da vekil ile yöneticiler arasında o kadar çok paylaşılır. Böylece, yöneten ile vekilin, en az maliyetle ürün üretme konusunda gösterdikleri yoğun ilgi ve izleme ortak bir kazanca dönüşmektedir.

Arrow ise vekalet poblemlerini oluşturan iki temel kaynaktan bahsetmiştir:

Ahlaki tehlike, vekilin davranış ve faaliyetlerinin yönetimden gizli olduğu veya gözlenemeyecek maliyetlere ulaşılan durumları kapsar. Bunun sonucunda; vekalet veren (yönetici) için vekilin hareketlerini izlemek imkansız ya da aşırı maliyetli hale gelmektedir. Örneğin; hisse sahipleri, tepe yöneticilerin davranışlarını tümüyle izlemenin, fazla bir maliyet yaratacağını düşünebilir.

Zıt seçimlerde, vekil, yönetici için gözlenmesi zor veya elde edilmesi maliyetli bilgilere sahip olabilir. Bu nedenle yönetici, vekilin kararlarının kendi çıkarları doğrultusunda verilip verilmediğine emin olamaz. Mesela; düşük kademe bir müdür yönetim kurulunun tekliflerine boyun eğebilir, (burada müdür vekil, yönetim kurulu vekaleti verendir) buna rağmen bazı temel bilgiler yönetim kurulu tarafından değil müdür tarafından bilinir ve bundan dolayı yapılan teklifler ekonomik değer oluşturmak için iyi olmayabilir.bu örnekte açıkça görüldüğü gibi yönetim kurulu bilgisel bir dezavantaja sahiptir.

2.3.2. Dolaylı Vekalet Maliyeti

Dolaylı temsil maliyeti bir fırsatın kaybedilmesi ile ilgilidir. Mesela; işletme yeni ve riskli bir yatırım projesi üzerinde düşünmekte olsun. Bu yatırımın firmanın hisse senetlerinin piyasa değeri üzerinde olumlu bir katkı sağlayacağı beklenilsin. Böyle bir durumda hisse senetlerinin piyasa değerini arttıracağı için hissedarlar (vekalet verenler) bu yatırımın gerçekleşmesini isterler. Çünkü bu yolla kazançlarını arttıracaklardır. Riskten kaçan yöneticiler (vekiller) ise eğer işler beklentileri doğrultuda gitmezse mevcut işlerini kaybedecekleri için bu yatırımı gerçekleştirmek istemezler. Sonuçta yatırım kararının verilmemesi ile ortaklar önemli bir fırsatı kaybetmiş olmaları, dolaylı vekalet maliyeti olarak kabul edilir.

2.3.3. Doğrudan Vekalet Maliyeti

Doğrudan vekalet maliyeti iki şekilde ortaya çıkmaktadır; En genel seviyede yöneticiler ve vekiller, vekalet problemlerini izleme-denetleme ve değerlendirme yoluyla çözmeye çalışırlar.

İzleme-denetleme; vekilin davranışlarını ve/veya performansını gözlemek anlamındadır. Örneğin; hissedarlar (vekalet verenler), yöneticilerden yaptıkları faaliyetlerin sonuçlarını periyodk olarak kendilerine rapor etmelerini isteyebilirler. Bunu yerine getirirken yöneticinin kaybettiği zaman ve muhasebecilere ödenen ücretler bir denetim-gözetim maliyeti niteliğindedir. Değerlendirme ise vekilin, yöneticinin kazançlarına saygısızlık ettiği ya da bozduğu durumlarda cezalandırılması veya yöneticinin amaçlarına ulaşıldığı ölçüde ödüllendirilmesi anlamını ifade eder. Bu faaliyetler yönetici ile vekil arasında yapılan bir anlaşma ile olur. Yapılan bu anlaşmalar vekalet teorisinin merkezini oluşturmaktadır.

2.4. VEKİLLERE YETKİNİN VERİLMESİ

Yöneticiler zorunlu sebepler olmadıkça vekillere yetkilerini devretmeyeceklerdir. Bununla birlikte, oldukça büyük ve karmaşık durumlarla karşı karşıya kalabilirler. Karmaşık durumlar basit yatırımlardan farklıdır. Dolayısıyla, tek bir kişi bütün aktiviteleri zamanında ve etkili bir şekilde yerine getiremez. Tabi bu yetersizlik görevlerin yerine getirilemeyeceği düşüncesini içermemektedir. Daha çok; kişinin anlamlı bir yetki devri olmadan rasyonel ve zamanında davranmasının mümkün olmadığını ifade etmektedir. Doğal olarak bu görevlendirme daima vekalet maliyetini oluşturur.

Fama ve Jensen isimli araştırmacılar işletme kararlarının iki büyük kategoriye ayrıldığını söylemişlerdir. Bunlar:

  1. Karar Yönetimi (bir karar olasılığı nasıl başlar ve nasıl uygulanır?)
  2. Karar Kontrolü (bir karar nasıl onaylanır ve ugulaması nasıl incelenir?)

Nispeten küçük organizasyonlarda bu karar yönetme ve karar kontrolü süreçlerinin farklı vekiller (organlar) tarafından yapılmasına gerek yoktur. Bununla birlikte daha kompleks organizasyonlarda, Fama ve Jensen karar yönetimi yetkisinin bir gruba, karar kontrolünün de bir başka gruba devredilmesi ile daha yüksek nitelikli kararlar çıkmasını sağlayacağını söylemişlerdir.

 

2.5. VEKİLLERİN İZLENMESİ

Yöneticiler (vekalet verenler), kendi kazançlarını daha yüksek bir seviyeye çıkartabilmek için vekillerin (müdürleri) izlenmesi gerektiğini düşünürler. Vekilleri izleyebilmenin bir yolu, vekilin kararları ve davranışları hakkında mümkün olduğunca çok ve eksiksiz bilgi toplamaktır.

Bu davranışsal bilgilerden, yöneticiler, vekillerin önemli amaç ve objektifleri hakkında bir yargıya varabilirler. Yöneticiler özellikle kendi amaç ve hedefleriyle vekilin amaç ve hedeflerinin ne kadar benzer olduğunu anlamaya çalışırlar.

Vekilin davranışlarını izleme nadir de olsa vekilin kararları ve hareketleri hakkında bilgi elde edilmesini sağlar. Özellikle, vekil nispeten daha kompleks ve belirlenmemiş görevlere sahipse bu daha da zor olacaktır. Bir örnek vermek gerekirse; bilim adamlarından oluşan bir araştırma grubunun yeni bir ürün için yaptığı çalışmalar belki izlenebilir ama bilim adamlarının herhangi bir problem üzerine kafalarında geliştirdikleri düşünceleri, amaç ve hedeflerini birebir izleyebilmek çok zordur.

Kurumsal yatırımcılar, üst düzey müdürler tarafından alınan stratejik kararları izlerler; yönetim kurulu, müdürler tarafından uygulanan politika değişikliklerini izlerler. Bununla birlikte, vekilin davranışlarını izlemek için harcanan bu çabalar maliyeti azaltmada çok da etkili olamamaktadır.

2.6. İŞLEM MALİYET EKONOMİSİ

İşlem maliyeti teorisyenleri organizasyonları bir işlemler serisi olarak görürler. İşlemler, ürün ve/veya hizmetlerin değişik bölümler ve organizasyonlar arasında değişiminin yapılmasıdır. İşletmelerin tedarikçilerle, çalışanlarla veya müşterilerle gerçekleştirdiği bazı işlemler vardır. Bu işlemlerin bazıları organizasyonların içersinde gerçekleşirken, bazıları organizasyonun sınırları dışarısında gerçekleştirilir. İşlemlerde oluşan bazı belirsizlikler dolayısıyla işlem esnasında bazı işlem maliyetlerine katlanılmaktadır. Bu yaklaşımın ana fikri şudur: Organizasyonlar ürettikleri mal ve hizmetlerin değişim işlemlerini (transactions), maliyeti en ekonomik olacak şekilde organize etmek isterler.

Bazı işlem maliyetleri, aracı ücretleri, hizmet giderleri ve kiralar gibi açıkça belirlenebilen giderlerdir. İşlem ortaklarının performansını görüntülemek gibi diğer maliyetleri belirlemek ise kolay değildir. İşlem maliyetleri bir firma için etkin olmayan bir çalışmanın göstergesi olarak kabul edilebilir. Bir işletmenin işlem maliyeti ne kadar çok olursa, işlemler o kadar verimsiz çalışıyor demektir ve bu da işletme sahiplerinin gelirlerine daha az katkı alamına gelmektedir. Bu nedenle işletme sahipleri işlem maliyetlerini minimuma indirmek için çalışırlar.

Bu yaklaşım genel çerçevede işletme sınırları içerisinde üretilen mal ve hizmetlerin sistemin sınırları dışındaki kişilerle değiştirilmesi işlemini ele alır. Klasik iktisat teorisinde işletme içerisindeki üretim faktörlerini bir araya getirip üretim yapma önem kazanmışken işlem maliyeti yaklaşımı üretilen mal ve hizmetlerin değişimi ve bu değişim işlemini yöneten organizasyonları dikkate alır. İşlem maliyet teorisyenleri organizasyonu işlemler serisi olarak görürler. Organizasyonlardan ürettikleri mal ve hizmetlerin bireyler ile değişim işlemleri sırasında maliyeti en düşük olacak şekilde yürütmeleri beklenir. Tabi ki bu en düşük maliyetli değişim kararları karar verenlerin kendi çıkarlarına göre hareket etmeye yönelik davranışlarından etkilenir. İşlem maliyetlerine komisyoncu ücretleri, servis hizmeti ücretleri örnek olarak verilebilir. İşlem maliyetleri firma için bir verimsizlik göstergesi olup hissedarların daha az kar elde etmeleri manasını taşımaktadır. Bundan dolayıdır ki hissedarlar en düşük iş maliyetlerini arar.

2.7. VEKALET TEORİSİ VE İŞLEM MALİYET EKONOMİSİ ARASINDAKİ İLİŞKİ

İki teorinin bakış açısı açısından farklılıkları olmasına rağmen ilişkiler ve bu ilişkilerin sonucunda hissedarların beklentisi açısından benzerlik göstermektedir. Vekalet teorisinde hissedarlar yönetim ve yönetimin icraatları sonucu ortaya çıkan maliyetleri minimize etmek ister. İşlem maliyeti teorisi ise yukarıda da belirttiğimiz gibi üretilen mal ve hizmetlerin değişimi esnasında ortaya çıkan maliyetlerin minimize edilmesi esasına dayanır. Bu ilişkileri gerçekleştirenler ise vekiller olduğundan dolayı vekalet teorisi işlem maliyet teorisi ile direkt bir ilişki içinde olmaktadır. İşletme organizasyonlarının üretim faktörlerini bir araya getirerek işverene (organizasyon sahiplerine) kar sağlamak için kurulduğu genel kabul gören bir ifadedir. Hissedarlar bu kar elde etme işlemini en iyi şekilde nasıl başaracakları hakkında karar vermek zorundadır. Bu karar ise firmanın nasıl organize edilmesi gerektiği kararının merkezini oluşturur. Her iki teoride insanları, sınırlı rasyonel ve kendi ile ilgili konularda fırsatçı olarak ele alır.

Vekalet teorisinin giriş kısmında da bahsettiğimiz gibi teorinin temelinde vekiller ve hissedarlar arasındaki ilişki yatmaktadır. Bunun için vekalet teorisi hissedarlar ve çalışanlar arasındaki ilişkinin yapılanmasında odaklanır. Aşağıdaki tablo işlem maliyetleri ile vekalet maliyetlerinin üzerinde durduğu temel kavramları kısaca açıklaması ve karşılaştırma yapmaya imkan vermesi açısından önemlidir.

Tablo1: Vekalet Teorisinin Temel Noktaları

Organizasyonlar

Vekiller ve hissedarlar arasındaki sözleşmeli ilişkiler serisi

Hissedarlar

Firmanın sahipleri (hisse ve pay sahipleri)

Vekiller

Firmanın devamı ve çalışması için işveren tarafından ücretle çalıştırılan kişiler

Vekalet maliyetleri

Vekillerin davranışlarını gözetme ve kontratla ilgili maliyetler

Hedef

Vekil – hissedar ilişkilerini düzgün bir şekilde düzenleme ve düşük vekalet maliyeti

İki perspektife göre işletme sahipleri, ekonomik verimliliği maksimize edecek organizasyonel düzenlemeler yapmalıdırlar. İşletme sahipleri bu düzenlemeleri en düşük vekalet ve işlem maliyetleri ile başarmaya çalışmalıdırlar.

Vekalet teorisi ve işlem maliyetleri ekonomisi genellikle organizasyonların ekonomik görüşü olarak adlandırılmaktadır. İki teoride de amaç- odaklı davranışı sağlamak, frma içindeki davranışları kontrol etmek ve frma dışındaki partnerlerle olan ilemleri kontrol etmek için öne sürülen yönetim mekanızması tartışılmaktadır. Bu suretle, vekalet teorisi ve işlem maliyetleri teorisi bir arada gruplandırılmaktadır.

İşlem maliyet teorisinin işlerin veriminin nasıl maksimize edileceği sorusuna odaklandığını belirtmiştik. Bu yaklaşımın temel kavramlarının açıklaması aşağıda ki tabloda daha kolayca görülmektedir.

 

 

 

 

 

 

 

Tablo 2: İşlem Maliyet Ekonomisinin Temel Noktaları

Organizasyonlar

Bir kısmı organizasyonun içinde bir kısmı da dışında olan işlemler serisi

Hissedarlar

Firmanın sahipleri (hisse ve pay sahipleri)

İşlemler

Mal veya hizmetleri organizasyon içindeki ve/veya dışındaki gruplar arsında değiş-tokuşu

İşlem maliyetleri

İşlemleri gerçekleştirirken ortaya çıkan maliyetler

Hedef

İşlemleri en düşük maliyete göre düzenleme

İki yaklaşıma göre de hissedarlar firmanın ekonomik verimini maksimize edecek organizasyon yapısını oluşturmak zorundadır. Bu yapılanma ise en düşük vekalet maliyeti veya iş maliyetleri ile olur.

2.8. VEKALET İLİŞKİSİ ÇEŞİTLERİ

Genel itibari ile vekiller ve hissedarlar arasındaki anlaşmazlıklar yatırım kararları ve parasal konularda çıkmaktadır. Bu sebepten dolayı hissedarlar ve vekiller arasındaki ilişkileri dört bölümde sınıflandırabiliriz. Bunlar finansman, temettü, yatırım ve sermaye piyasası işlemleri açısından olarak ayrılabilir.

2.8.1. Finansman Politikası Açısından Vekalet İlişkisi

Bilindiği üzere işletmeler yeni yatırımlarının finansmanlarını ya önceki faaliyetleri sonucu elde ettikleri kaynaklardan, ya borçlanarak ya da hisse senedi ihraç etmek suretiyle piyasadan para toplamak suretiyle sağlarlar. Fakat her zaman bu saydığımız üç yöntemden her biri kolay ulaşılır olmamaktadır. Çünkü hissedarlar önceki faaliyetlerden elde ettikleri karların kendilerine dağıtılmasını isterler. Yatırım finansmanın ise borçlanılarak yapılması taraftarıdırlar. Çünkü önceki faaliyetler kar getirmiştir ve bundan sonra yapacakları yatırımlarında kar edeceğini düşünürler. Yöneticiler ise borçla yatırım yapmak yerine önceki faaliyetler sonucu elde edilen kaynaklarla yatırım yapmayı tercih ederler. Bunun yetersiz kalması durumunda ise hisse senedi ihracı yoluna gidilmesini öngörürler. Bu tür karar noktalarında hissedarlar ve vekiller arasında çatışma çıkabilmektedir.

2.8.2. Temettü Politikası Açısından Vekalet İlişkisi

İşletmelerde yönetimin kontrolü altında bulunan serbest nakit akışı karlı yatırımların finansmanı için kullanılmak üzere bir kenara ayrılan para miktarını ifade etmektedir. Karlı yatırım ise hissedarların elde etmeyi bekledikleri getiriden daha fazla getiri sağlayabilecek yatırımlardır. Fakat belli bir süre sonra hissedarlara yüksek getiri sağlayacak yatırımlar kalmayacak ve geriye karlı olmayan yatırımlar kalacaktır. İşte tüm bu karlı yatırımlar sonucunda elde kalan para miktarı serbest nakit miktarını ifade etmektedir. Bu durumda ortaya elde kalan bu paranın karlı olmayan yatırımlara mı aktarılacağı yoksa hissedarlara temettü olarak mı dağıtılacağı sorunu çıkmaktadır. Burada yönetimin kendi çıkarlarını mı öncelediği yoksa hissedarların mı çıkarını koruduğu anlaşılır. Şayet yönetim (vekiller) hissedarların çıkarını korumak için kararlar alıyorsa bu parayı temettü olarak dağıtmalıdır. Çünkü tüm karlı yatırımlar yapılmıştır ve geriye sadece karlı olmayan yatırımlar kalmıştır. Fakat genelde yöneticiler bu şekilde davranmak istemezler çünkü temettü dağıtımı yönetimin elindeki nakit akışı miktarını azaltır.

2.8.3. Yatırım Politikası Açısından Vekalet İlişkisi

Yeni yatırımlar bir takım belirsizlikler içerdiğinden dolayı yönetim tarafından pek rağbet edilmezler. Çünkü yeni yatırım risk demektir ve başarılı olunup olunamayacağı belli değildir. Ayrıca yatırımın başarısı yönetimin geleceği ile de yakından ilişkilidir. Ancak hissedarlarda riski seven insanlardır. Bu durumda yöneticiler riskli olsa bile hissedarların servetinin artacağı beklenen yatırımları tercih etmelidirler.

2.8.4. Sermaye Piyasası İşlemleri Açısından Vekalet İlişkisi

Vekalet ilişkisinin bulunduğu firmalar çoğunlukla hisse senetleri geniş halk kitlelerine dağıtılmış büyük halka açık anonim ortaklıklardır. Bu o şirketin hisse senetlerinin sermaye piyasalarında işlem gördüğü anlamına gelmektedir. Normal şartlarda şirket yöneticilerinin kendi şirketlerine ait hisse senetlerini piyasada alıp satmasında herhangi bir sakınca yoktur. Ancak firmanın stratejik kararlarında yer alan yöneticiler firmanın mali yapısı, yatırım planları gibi birçok konuda bilgi sahibidirler. Bu bilgilere ulaşan yöneticiler olumlu veya olumsuz haberlerin piyasada duyulmasından önce hisse senedi işlemi yaparak anormal kazançlar sağlayabilirler. Bu ise yasal olmayan bir harekettir ve yöneticilerin şahsi yatırım kararlarını verirken bu gibi bilgileri kendileri için bir avantaj doğuracak şekilde kullanmamaları gerekir.

2.9. VEKALET YAKLAŞIMININ GENEL DEĞERLENDİRMESİ

Görüldüğü gibi vekalet yaklaşımı genel itibari ile hissedarlar ve yönetim arasındaki problemleri ele almakta olup bu problemlerden kaynaklanan temsil maliyetlerini minimize etmeyi amaçlamaktadır. Bu ise yönetim ve hissedarların amaç ve hedeflerinin uyumlaştırılması yoluyla sağlanmalıdır. Bunun için hissedarlar yönetimi motive edici çeşitli enstrümanlar geliştirmek ve yönetimi sürekli olarak takip etmek zorundadırlar. Vekalet torisi dahaçok vekilin davranışları ile ilgilenmektedir.

Ülkemizde genellikle temsil sorunu şirketlerin halka açıklık oranının düşük oluşu ve sermayenin tabana yayılı olmayışı nedeniyle çıkmaktadır. Bu gibi durumlarda yönetim büyük hissedarların kontrolü altında olmakta ve küçük hissedarların kar dağıtım ve finansman politikalarından itiraz etmelerine neden olmaktadır. Ülkemizde sermaye piyasasında şirketler genellikle temettü dağıtmamakta bunun yerine bedelsiz sermaye artırımına gitmektedir. Ayrıca yeni projeler için sık sık hisse senedi ihracına gidilmekte ve küçük hissedarlardan para toplanmaktadır. Ülkemiz yöneticilerin lüks harcamalara olan düşkünlüğü ve şirket içi haberleri dışarıya sızdırarak haksız kazanç sağlamaları da bir temsil sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır.